Ana Sayfa Hakkımızda İletişim Ziyaretçi Defteri Resim Galerisi Kuran-ı Kerim Hadis-i Şerif Nasheed (Ezgiler) Davetci Hatipler Ebu Hanzala Ebu Muhammed Murat Gezenler Ahmed Kalkan Videolar Davet Videoları Siyer ve İslam Tarihi

Arkadaşlarına dikkat et
Bu Ramazanımız farklı olsun
Ey Ramazana erişen
Her geceyi kadir bil!
Orucu kasten terk edenlere
Orucun faydaları
Orucun şartları
Ramazan 'arınma' ayıdır
Ramazan 'cömertlik' ayıdır
Ramazan 'kuran' ayıdır
Ramazan 'sabır' ayıdır
Ramazan 'takva' ayıdır
Ramazanda neler yapabiliriz
Ramazanın fazileti
Selefin orucundan bir demet
İftar ve sahur notları
Buluşma yerimiz cennettir!
Dr. Ebu Şadî
Günahların kötü neticeleri
Dr. Ebu Şâdi
İzzet Allah yanındadır.
Kim izzet ve güç kazanmak istiyorsa Allah'la olan irtibatını arttırsın
Taliban gerçeği
Taliban Gerçekleri
Sıcak konular ve zor sorular
Faziletli Şeyh / Halid bin Abdurrahman el Huseynan - Sıcak Konular ve Zor Sorular

Ana Sayfa



Tevhid Dersleri I Kitabut-tevhid I Tefsir I Hadis I Faydalı bilgiler

Rab kavrami

Rab Kavramı


Rabb kelimesi Arapça bir kelime olup, Kur’an’da Allah lafzından sonra en çok kullanılan isimdir; 970 defa zikredilir. Lugavi olarak terbiye etmek, ıslah etmek, mutlak otoriteye sahip olmak, efendisi olmak, sorumluluğunu yüklenmek, başkanlık yapmak, malik ve sahip olmak, sözü dinlenmek, itaat edilmek, üstünlüğü ve otoritesi kabul edilmek gibi anlamlara da gelir.

Dini bir terim olarak rabb kelimesi bütün alemi yaratan, malik ve sahip olan, terbiyenin bütün gereklerine malik ve her şeye sahip olan Allah anlamına gelmektedir. Allah'ın isimlerindendir. Rabb, sadece terbiye eden (mürebbî) anlamında olmayıp, yardım etmek, yol göstermek, tasarruf etmek, korumak, her şeye hakim olmak, emretmek ve yasaklamak, sakındırmak gibi terbiyenin bütün gereklerine sahip olabilmeyi de ifade etmektedir. Bunun için rabb denilince, sadece terbiye ve malik olma durumları değil; her şeye sahip olan ebedi ve sonsuz kudret sahibi Allah anlaşılmalıdır. Bu özelliğinden dolayı rabb kelimesi, Allah'tan başka varlıklar için, bir şeye izafe edilmeden tek olarak kullanılamaz.

Rabb kelimesi Kur’an’ı Kerim’de gerek lugat anlamıyla gerekse terim anlamıyla bir çok ayette karşımıza çıkmaktadır:

Kefil, kefalet sahibi: "Onlar benim düşmanımdır. Yalnız alemlerin rabbı (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana yol gösteren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek O'dur. Ceza günü hatamı bağışlayacağını umduğum da O'dur. Rabbım, bana hüküm (yüksek bilgi, olgun hareket) ver ve beni salihler (zümresin)e kat." (26/Şuarâ, 77-83)

Terbiye Eden, Efendi: “Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkı sıkı kapadı ve "gelsene" dedi. Yusuf: "Günah işlemekten Allah'a sığınırım, O, benim efendimdir; bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar şüphesiz başarıya ulaşamazlar." dedi.” (12, Yusuf/23)

Egemen Güç, Otorite Sahibi: “Sizin en üstün rabbiniz benim” (79, Naziat/24) “Onlar, Allah'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.” (9, Tevbe/31)

Rububiyet Tevhidi: Rububiyet tevhidi genel olarak Allah’tan başka bir rabb olmadığına inanmak ve Allah’ı rabliğinde tevhid etmektir. İbn-i Kayyim el-Cevziyye rububiyet tevhidini “yaratma ve hakimiyetin ancak Allah’a mahsus oluşu” şeklinde tanımlamaktadır.

Levamihu-l Envar’da Rububiyet tevhidi ile ilgili olarak şunlar geçmektedir: “Rububiyet tevhidi demek, yaratan, rızık veren, dirilten, öldüren, yok eden sadece Allah’tır. Ondan başkası değildir.”

Tevhidi rububiyeti şu şekilde özetlemek mümkündür: Allah’tan başka yaratan, rızık veren, varlıkları sevk ve idare eden bir rab yoktur. Çünkü o her şeyi yaratmıştır ve O’ndan başka da yarattıkları üzerinde bir emir sahibi yoktur.

Bu konuda önemli husus şudur ki, genel olarak müşrikler Allahu Tealâ’ya rububiyet noktasında şirk koşmamaktadırlar. Zira onlar da Allahu Tealâ’nın alemlerin yaratıcısı olduğunu biliyorlardı. Nitekim Allahu Tealâ şöyle buyurmaktadır: “Eğer sen onlara, gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan elbette: "Onları çok güçlü ve herşeyi bilen Allah yarattı, derler” (43,Zuhruf/9)

Cahiliyye ehlinin büyük bir çoğunluğu Allah’ın varlığına inanan kimselerden oluşmaktadır. Cahiliye ehli, yaratılış konusunda Allah’ın ortağı olmadığına ve kadere, ahiret gününe, o günde ceza ve mükafaat verileceğine inanırlar, insanların kulluk yapmakla mükellef olduklarını, yaptıkları amellerden sorgulanacaklarını, hayır yapmışlarsa hayır, şer yapmışlarsa şer ile cezalandırılacaklarını bilirlerdi. Melekleri “Hameletu’l Arş”, “Hafeze” ve “Mukarrabin” olmak üzere kısımlara ayırıyorlardı. Kulların Allah’a karşı ibadet etmekle mükellef oldukları inançlarına binaen abdest ve gusül alırlar ve namaz kılarlardı. Ebu Zerr ve Kıs bin Said el-Eyadi’nin cahiliye döneminde namaz kıldıkları sabittir. Güneşin doğuşundan batışına kadar oruç tutuyorlardı. Aşure günlerinde oruç tutmak adetleriydi. Zekat verip, itikafa girerlerdi. Hatta Hz. Ömer’in (radıyallahu anhu) cahiliyye döneminde nezir yaptığı itikafı hakkında nasıl bir tutum sergileyeceğine dair bir soru sormuştur. Misafirperverlik yapıp, fakirlere sahip çıkarlar, sılai rahim’de (akraba ziyaretlerinde) bulunurlardı.

Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Dedim ki Ey Allah'ın Resûlü, İbnu Cüd'an câhiliye devrinde sıla-i rahimde bulunur, fakirlere yedirirdi. O bundan fayda görecek mi? Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi: "(Hayır) iyilikleri ona bir faydası olmayacaktır. Çünkü o bir gün bile "Ya Rabbi kıyamet günü günahlarımı bağışla" dememiştir."

Cahiliye arapları hac ibadetini yerine getirirler, haram ayların hürmetine inanırlardı. Kısas yaparlar, diyet verirlerdi. Zina ve hırsızlık gibi suçlara gereken cezaları uygularlardı. Hatta hırsızlık yapanların ellerini kesiyorlardı. Kişinin kendi annesiyle, kızıyla, halasıyla, teyzesiyle evlenmesini haram görüyorlardı. Üç talakla boşanıyorlar, ihrama girip hac ve umre ibadetini yaptıktan sonra safa ile merve arasında yedi kere say yapıyorlardı. Ölülerini yıkayıp kefenliyorlar, üzerlerine cenaze namazı kılıp öyle defnediyorlardı. Misvak kullanıyorlar, koltuk altı ve diğer temizliklerini yerine getiriyorlar, Hz. İbrahim’in sünnetini ihya etme adına çocuklarını sünnet ettiriyorlardı.

Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekkeli müşrikleri Hz. İbrahim’in dinine davet ettiğinde onlar kendilerinin Hz. İbrahim’in dini üzerinde olduklarını iddia ediyorlar, ibadet ettikleri putlarına yaratma ve emir noktasında bir pay ayırmıyorlar fakat Allah’a yaklaşmak amacıyla putlarına ibadet ettiklerini söylüyorlardı:

“Biz onlara (putlara) ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (39 Zümer/3)

Bununla beraber Mekkeli müşrikler, yetki ve otoriteyi Allah’a tahsis etmiyorlar, kendi heva ve heveslerinden uydurdukları kanunlarla, toplumlarını yönetmeye kalkışıyorlardı. Bu açıdan bakıldığında Mekkeli müşriklerin çağımızın müşrikleri ile bir farklarının olmadığı aşikardır. Zira Mekkeli müşrikler de günümüzün Laikleri gibi Allah’ın varlığına ve birliğine inanıyorlar ancak bu inanışla beraber yaşam biçimlerine, devlet yönetimlerine Allah’ı karıştırmıyorlardı. Mekkeli müşrikler de Hz. İbrahim’in dinine tabii olduklarını iddia ediyorlar bununla beraber bugün Hz. Muhammed’e iman ettiğini iddia eden laikler gibi onlarda muvahhid Müslümanlara karşı savaş açıyorlardı. Yine çağımızın laikleri gibi onlarda bir takım ameli ibadetlerde bulunuyorlardı. Günümüzün laik ve demokratları da bir taraftan kendileri bazı ibadet türlerini yerine getirirlerken sistemlerine zarar vermediği sürece toplumlarının da bir çok ibadeti yerine getirmesine izin verirler. Fakat her iki müşrik taifesi de yetki ve otoriteyi Allah’tan gaspederek, kendilerinin tekeline alma bakımından ortaktırlar. Cahiliye döneminin müşrikleri ile günümüzün laikleri bu açıdan fikir, itikad ve düşünce bazında bütünüyle aynı konumdadırlar. Sadece isimleri farklıdır. Onların ismi müşriktir. Bunların ismi ise laik ve demokrattır. Malum olduğu üzere isim müsemmayı değiştirmez. Dolayısıyla günümüzün laik demokratlarına çağdaş müşrikler demek, kanunlarını icra ettikleri parlamentolarına çağdaş daru-n nedve demek yerinde olacaktır.

Aslen tarih boyunca gelip geçmiş müşrik ve mürtedler sağlıklı bir şekilde tanınmazsa, günümüzün müşrik ve mürtedlerini tanımak mümkün olmayacak, bunun doğal neticesinde ise küfür ve iman denizleri de birbirine karışacaktır.

Şunu belirtmek isterim ki, tarihin akışıyla beraber bir çok İslamî kavram tahrife uğradığı gibi rabb kavramı da bu süreçte büyük bir tahrife uğramış, gerçek ve asli anlamını zihinlerden tamamıyla yitirmiştir. Bugün rabb denildiği zaman, insanların zihninde adeta hiçbir şey oluşmamakta, sadece rabbimiz Allah’tır şeklinde içeriği bütünüyle boş cümleler sarfetmektedirler. Bunun doğal neticesinde ise hayatlarının her alanında Allah’tan başka rabler edinirler, ancak bunun farkına dahi varmazlar.

Bilinmelidir ki, rabb kavramının Kur’an’da karşımıza çıkan en önemli anlamlarından bir tanesi yönetici, emir ve otorite sahibi demektir. Naziat Suresi’nde geçtiği üzere Firavun’un rablik iddiası da tamamen bu yöndedir.

“(Firavun dedi ki:) Ben sizin en yüce Rabbinizim.” (79, Naziat/24)

Said Havva bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: “Anlaşıldığı üzere o toplumda Firavunla beraber ibadet edilen bir çok put varmış . Fakat Firavun kendisini onlardan daha üstün görmekte ve böylece egemenliğin Allah’a mahsus olduğunu kabullenmemiştir.”

Hatırlanacağı üzere ilah kavramını açıklarken değindiğimiz üzere tarih boyunca küfürde haddi aşan hiçbir kimse genel olarak kendisinin alemlerin rabbi, yaratıcısı ve terbiye edicisi olduğunu iddia etmeye kalkışmamıştır. İnsanlık tarihinde hemen hemen hiçbir Allah’ın kulu Allah olduğu iddiasını ortaya atmamıştır. Zira her hangi birisi çıkıp insanlara rableri ve yaratıcıları olduğunu iddia etse idi o zaman herkes tarafından reddedilecekti. Çünkü böyle bir iddianın kesinlikle kabul görmesi söz konusu bile değildir. Çünkü böyle bir iddia sahibine insanlar direk olarak itiraz ederler ve “sende bizim gibi bir insansın. Sende bizim gibi bir anne ve babadan doğmasın. Adın bizim adımız gibidir” diyerek iddia sahibini reddederler hatta onunla dalga bile geçerlerdi. Bununla beraber gerek Firavun’un gerekse Firavun’dan önce ve sonra yaşayan tüm Firavunların bu noktada temel iddiaları yönetim, otorite ve idare noktasındadır. Bakınız Kasas Suresi’nin 28. ayetine dair Allame Fahruddin Razi şöyle demektedir:

“Firavun kendisinin ilah olduğunu söylemektedir. Bu hususa gelince, bil ki, bununla kastedilen, Firavun, kendisinin göklerin, yerin, denizlerin, dağların ve insanların zatlarını ve sıfatlarını yarattığını iddia etmemiştir. Çünkü bunun imkansız olduğunu bilmek için pek zeki olmaya gerek yok. Dolayısıyla bu hususta şüphe etmek, aklının noksanlığına delil olur. İlah ise, ibadet edilendir. O halde Firavun, bir yaratıcının olmadığını ileri sürerek, insanların mükellefiyetlerinin, sadece meliklerine itaat etmeleri ve onun emirlerini dinlemeleri olduğunu söylüyor. İşte Firavun'un ulûhiyyet iddiası ile kastedilen, çoğu kimsenin sandığı gibi, onun, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu iddia etmesi değil, mâbûd olduğunu iddia edişidir. Biz, özellikle, Tâhâ sûresinde, "Siz ikinizin Rabbi kim, Ey Musa?" (Tâha, 49) ayetinin tefsirinde, Firavun'un Allah'ı bildiğini ve bu sözü, kavminin cahil ve ahmaklarına yutturmak için söylediğini anlatmıştık.”

Yine aynı şekilde Naziat Suresi’nde Firavun’un rablik iddiasını Fahreddin er-Razi şöyle tefsir etmektedir: “Firavun’un bu sözünün anlamı şudur: Hiç kimse halkım üzerinde benden başka bir emir ve yasak koyma hakkı yoktur."

İşte bugün en büyük sorun bu noktada oluşmaktadır. İçinde yaşadığımız toplum Kur’anî kavramlardan ve geçmiş dönemde yaşayan Firavun ve Nemrut’lardan habersiz olduğu için günümüz Firavun ve Nemrutlarını tanıyamamaktadır. Bu cehalete binaen tarih boyunca hiçbir Firavun’un Allah olduğu yönünde bir iddiası olmamasına karşılık günümüzde toplum içerisinde hoca ve alim geçinen kimseler Firavunları halka bütünüyle yanlış tanıtmışlar, firavunların sanki her şeyin yaratıcısı olduklarını iddia ettiklerini insanlara anlatmışlardır. Bu tavırlarıyla da Firavunluğun ve Nemrutluğun kapısını kapatmışlardır.

Burada diğer bir husus ise şudur: Kur’an’a baktığımızda Firavun’un sadece iki kere ilahlık ve rablik iddia ettiğini görmekteyiz. Bunlardan ilki Kasas Suresi’nde ikincisi ise Naziat Suresi’ndedir. Bununla beraber günümüzün Firavunları sabah akşam rablik iddiasındadırlar. Beşeri kanunların hakim olduğu parlamentolarında gece gündüz kanun çıkarmaları, televizyon karşısına geçerek halkı, toplumu en iyi kendilerinin idare edebileceklerini iddia etmeleri apaçık olarak rablik iddiasından başka bir şey değildir.

Bilinmelidir ki, geçmişte yaşamış Firavunlar mertçe ortaya çıkıp düzenlerini, düşünce sistemlerini, otoritelerini sürdürmek için iddialarını ortaya koyuyorlardı ve dinî esasları istismar etmiyorlardı. Buna karşılık günümüz Firavunları toplum içinde hakimiyetlerini ve otoritelerini korumak için böyle bir iddia da bulunmuyor, bulunamıyorlar. Zira bugün hangi idareci ortaya çıkıp sizin en iyi rabbiniz benim derse toplum tarafından bütünüyle dışlanır. Bunu çok iyi bilen muasır Firavunlar böyle bir iddiada bulunmayıp, kendilerini Müslüman olarak isimlendirmektedirler.

Yazımıza başlarken de belirttiğimiz gibi rabb kavramı Kur’an’ın en önemli kavramlarından bir tanesidir. Hatta “Allah” kelimesinden sonra Kur’an’da en çok tekrarlanan kelime rabb kelimesidir. Allahu Tealâ kitabına “Hamd alemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur” (1, Fatiha/1) diyerek başlarken, “Ben insanların rabbine sığınırım” (104, Nas/1) diyerek bitirmekte , girişte ve bitişte rab kavramını zikretmektedir. Bununla beraber Kur’an’ın ilk inen ayetinde de rab kavramı karşımıza çıkmaktadır: “Yaratan rabbinin adıyla oku” (96, Alak/1)

Rab kavramının Kur’an’da bu kadar çokça zikredilmesinin üzerinde gerçekten durmak gerekir. İşin aslı tekrarın hikmetini ve sırrını ancak Allahu Tealâ bilmektedir. Ancak bununla beraber dünya gezegeninde insanların çoğunun hadlerini aşarak rablik iddiasında bulunmaları bu kavramın neden bu kadar önemli olduğunu ve çokça zikredildiğini bizlere göstermektedir. Allahu Tealâ insanların genelde hadlerini aşarak yönetme ve idare etmede söz sahibi olacaklarını, kendilerini otorite kabul edeceklerini, buna paralel olarak kendi kafalarından uydurdukları kanunlarla insanları sevk ve idare etmeye çalışacaklarını ve böyle rablik iddiasında bulunacaklarını bildiği için kitabında devamlı surette bizlere kendi rabliğini hatırlatmaktadır. Diğer bir ifadeyle Allahu Tealâ bizlere devamlı surette şöyle seslenmektedir: “Ey kullarım! Sizin gerçek rabbiniz, kanun koyucunuz, idare ediciniz, otorite sahibiniz ancak ve ancak benim. Sakın ola ki, bana ait bu vasıfları kendi üzerinizde görerek rablik iddiasında bulunmaya kalkışmayın ve yine bana ait bu vasıfları kendiniz gibi bir beşere tahsis ederek benden başkasını rab edinmeyin.”

Şu noktayı iyiden iyiye düşünmek gerekmektedir: Allahu Tealâ alem-i ervahta tüm insanları toplayıp şöyle seslenmiştir: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (9, Araf/172) Buna karşılık tüm insanlar "pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz" diyerek Allah’tan başka hiçbir rab, otorite sahibi, kanun koyucu edinmeyeceklerine söz vermişlerdir. Allahu Tealâ bu sözleri yeterli görmeyip, sözlerin amele dönüşmesi için insanoğlunu okul mesabesinde olan dünya gezegenine imtihan etmek için göndermiştir. Acaba insanoğlu verdiği sözde duracak mıdır? Yoksa sözüne muhalif hareket mi sergileyecektir? Malum olduğu üzere okul mesabesinde olan dünyaya, talebe olarak gönderilen insana , okuması için kitap, kitabı öğrenmesi içinde öğretmen gerekmektedir. İşte Allahu Tealâ insanoğluna okuması için kitabını indirmiş, kitabını öğrenmesi için de peygamberlerini göndermiştir.

Okulun bitiminde, yani insanoğlunun ölümüyle birlikte sınav başlayacak müfettiş mesabesinde olan münker ve nekir gelecek ve talebeye ilk olarak “rabbin kim” sorusunu yönelteceklerdir. Yani “Ey insanoğlu! Sen rabbine ruhlar aleminde söz vermiştin. O sözünde sadık kaldın mı kalmadın mı? Sen dünya gezegeninde yaşarken Allah’tan başka bir rab, bir idareci, bir yönetici, emir ve yasak koyan, kanun ve hüküm çıkaran edindin mi yoksa, hayatının bütün alanında sadece Allah’ın indirdiklerini, Allah’ın kanun ve yasalarını mı tek hüküm olarak kabul ettin?”

Dikkat edilirse insanoğluna ruhlar aleminde yöneltilen ilk soru ile kişinin ölümü neticesinde münker ve nekir meleklerinin kendisine yönelteceği soru aynıdır. Şayet kişi İslam üzere bir hayat sergilemişse şöyle cevap verebilecektir: “Bizleri yaratan, tüm evreni var eden, yetiştiren, kanunlarıyla sevk ve idare eden, yüce mevladır.” Ama insanoğlu dünya da yaşarken Allah’tan başka rabler edinmiş ise, Allah’tan başka kanun koyuculara, yasa vaaz edicilere diğer bir ifade ile sahte rablere itaat etmiş ise işte o zaman münker ve nekir meleklerinin sorusuna cevap dahi veremeyecektir.

Deylemi Enes’ten merfu olarak şöyle rivayet etmektedir: “Kişi ölüp kabrine konulduğu zaman münker ve nekir melekleri gelerek kendisine “rabbin kim” diye soracaklar. Şayet o kişi Müslüman ise “Rabbim Allah’tır” diyecek ve kendisine kabri genişletilecektir. Şayet kafir ise “ben bilmiyorum” diyecektir. Böylece melekler ellerindekilerle ona vurmaya başlayacaklardır. Ta ki kabri alevler basacaktır. Kabir öyle daralacaktır ki, kişinin kaburga kemikleri birbirine geçecektir.”



Aleddin PALEVİ







İslamda aile hukuku, eşler arası anlaşmazlıklara çözüm önerileri
İslam'da aile hayatı
Teyemmüm, hayız ve nifas la ilgili fıkhi hükümler.
Hayız ve Nifas
Hanım Sahabeler
Hanım Sahabeler
Hayatus Sahabe
Hayatus Sahabe
Öğüt alan var mı?
Öğüt alan var mı?
Peygamberimizin Mucizeleri
(s.a.v.)'in Mucizeleri
Peygamberimizin Mucizeleri
Esma'ul Hüsna
Kabe'den Canlı Yayın
Kabe'den Canlı
Canlı Radyo Dinle
Online Radyo Dinle
Kendimi Tanıyorum
Kendimi Tanıyorum
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol